ATEŞİN VE GÜNEŞİN ÇOCUKLARI – 7

Gün döndükçe küçüldü koca dünya
Saray ve saltanat
Bir gece yıkıldı halklar karşısında
Tam da dalganırken bayraklar
Kurtuluşlar kutlanırken
Lordların ve paşaların masasında
Elden ele sunulan bir tabaktı Medya

Sınırlar çizildi danışıklı yalanlar üzre
Dağlar parçalandı bir bir
Ovalar ve nehirler paylaşıldı
Mem bir yanda kaldı – Zin bir yanda
Uzayıp giden tel örgüler
Ve mayınlar girdi aşkların arasına

Kirve bir yanda kaldı – hısım bir yanda
Toprak bir yanda kaldı – yağmur bir yanda
Boşa çıkan umutlar
Ve ihanetler girdi dostlukların arasına
Peş peşe geldi kapkara baskılar
Dalda çiçeklere
Çiçekte renklere
Ve dilde sözlere konulan yasaklar
Sonra yasaklar inat kaçaklıklar
Gözyaşı – kan ve tutsaklıklar
Oturup bir halkın yüreğine
Duvarları korkudan saraylar kurdular
Her aşka bir kelepçe
Her söze bir zincir vurdular

Leylaklar çürüyordu baharsız bahçelerde
Açmadan ve mor diliyle haykırmadan

Ey Avrupa’nın dağ duruşlu çukurları
Dört ayrı parçaya böldünüz bir gelini
Kendisine hiç mi hiç sormadan
Aşkın beyazlığını bile mutluluğa yormadan
Paramparça bıraktınız tüllerini
Geleceğini kan revan
Ağlıyor hala dört ayrı ülkenin dağlarında
Saçları nehir ki yalnızca kan akan
Utan ey dünya
Beyazlara karşı kapkara utan
Neydi o verilen sözlerin ardında yatan

Dört ayrı dilde dört aynı yasaktır şimdi
Dört ayrı zincirde dört aynı tutsaktır
Her ferdi bir Baba İshak’tır
Simavnalı Bedrettin’dir
Sivaslı Pir Sultan’dır
Asıldıkça yeniden çoğalır – tükenmez
Ki sözleri kendi dilinde hep yasaktır

Bulanık sular durulur bir gün
Koşturan taylar yorulur bir gün
İnanç ki hep sonsuz kalır insanda
Yalanın hesabı sorulur bir gün
Tam da toprağa düşerken cemreler
Dağlarda karlar erirken
Ve iğde kokuları sustururken silahları

Bir güvercin havalanır Cibran ilinden
Konar Bingöl’de bir göl kıyısına
Kanatlarında güneş dillenir
Gözlerinde dört bin yıllık ateş
Açar ellerinde azadi çiçekleri

Gelir divana durur bütün dağlar
Dağlar dağlara yaslanır
Gürleyip akar sular
İsyan baskılarla beslenir
Aynı sesle yankılanır yer ve gök
Duyun ey lortlar ve paşalar
Gün olur kırılır çarklar
Lozan yalanlarına kalamaz haklar

Gelinlik içinde bir kızdır Karlıova
Saçlarına kınalar yakar
Özgürlük işler bütün kilimlere
Yaşmağına boncuklar takar
Kınanın rengiyle tutuşur Diyarbakır
Piran gökleri kendini yakar

Bir kuş süzülür maviliklerden
Konmak ister kendi topraklarına
Konamaz
Arar gözyaşlarını pınarlardan
Kurumuştur ülkesinin pınarları
Bulamaz
Bir ökse takılır ayaklarına
Bir hain tuzak
Yürekler acıdır artık
Menziller uzak
Ve Cibran güvercini
Düşman kafesinde bir tutsak

Halit’i gizleyip şeyhi öne sürerler
Adına ulus düşmanı ümmetçi derler
Dünyaya beyazı siyah gösterirler
İsyan ki patlamış bir nar çiçeği
Sarıp yalanlara diken dedirtirler
Sonra dinleri sokarlar araya
Ve ihanet yağmuru mezhepleri
Öfkeleri – kinleri sokarlar
Kardeşi kardeşe düşman belletirler

Elinde düşman silahı Dersimli Nurettin
Vurur şeyhin doksan askerini
Kendi diliyle konuşan doksan kardeşini
On üç yıl sınra şeyhin müritleri
Ellerinde yine aynı düşman mermileri
Vururlar Nurettin’den geriye kalan
Dersimli babasız ve anasız gençleri

Böyle başlar o kanlı topraklarda
Kahrolası din ve mezhep düşmanlığı
Ve Munzur ile Murat sularında
Alabalıkların yaşamak pişmanlığı

Ah Diyarbakır surları ve Dağkapı
Kökünden yıkılası tarihsel yapı
Burçlarında kırk yedi civan
Sorgusuz sualsiz asılı kaldı
Susturuldu taş duvarların
Özlemler yüreklerde basılı kaldı

Havarlar yeniden yükseldi topraktan
Diyarbakır’dan Hınıs’a
İdamlarla yandı buğday tarlaları
Gözyaşı süzüldü her yeşil yapraktan
Kızların elleri koynunda kaldı

Bitlis ili ihanettir baştan sona
Muş ovasında tutsaktır susam
Evler yangın yeridir
Sokaklar sürgün ve talan
Elazığ ili sehpalar dolusu idam
Cesetler arasından geçemez adam

Sesler katılmıştı Cibranlı Halit sesine
Van ilinden
Ağrı doruklarından sesler
Adı eşkiyaya çıkan yaşamayı neyler
Ya özgürlük ya ölüm der gider
Tutturur bir isyan türküsünü
Dağlar bir ince sese yol olur gider
Uyuyanları uyandırır uykularından
Sel olur akar gider
Yel olur eser gider
Öfkesini yaşamdan alır – sevincini acıdan
İsyanını yüreklere doldurur gider
On beş bin can ölür Zilan deresinde
Sular kan tufanına boğulur gider

Ey Zilan deresi – Zilan deresi
Koçgirili yiğidin yurdu neresi
Yanar doruklarda kartal yuvası
Ne bir ses ne bir haber var dünyadan
Kanar yüreklerde yurtsuzluk yarası
Ve en kötüsü
Gitmez alınlarından bu bölünme karası

Ağrının üstünden kervankıran geçmiştir
Evler yıkan beller büken o yıldız değil
Demir kanatlı kuşlar uçmuştur
Türküler susturulmuş
Çığlıklar boğulmuştur
Renkler hep sarı ve siyahtır artık
Gökyüzünün mavisi
Ölüm rengiyle yasa bürünmüştür

Ey yedi kollu nehir Haftan Boht
Yedi başlı ejderhalar kralı
Ve dost çınarlarının Munzur dalı
Kıyım sırası diline gelecektir
Silahlar el değiştirip kendine dönecektir
Ve bir gün bütün yalanlar
Gerçek yüzünü kanla gösterecektir

Akıp giden sular tersinedir şimdi
Sıktığı kurşunlar kendinedir şimdi
Amaç bir – düşman tek iken karşıda
Suların akışı bendinedir şimdi

Bitmişti Diyarbakır ve Piran
Bitmişti Ağrı’da isyan
Dalda kuş – memede çocuk susmuştu
Dilde söz – çiçekte renk vurulmuştu
Özgürlük sesleri susturulmuştu
Gelinip Dersim önlerinde durulmuştu
On üç yıl önce verilmiş silahlar
Ödenecek haraçlar
Ve çekilecek ahlar sorulmuştu

Sin köyünde dumanlı bir bakış
Yalanlara karşı bir gök gürlemesi
Bir yer titremesi haykırış
Ki isyanı Kawa’dan Şaddat’tan
Ve Bedrhan’dan gelen bir kükreyiş

Namı büyük Abdullah Paşa
Eli kandan çıkmayan maşa
Çek belanı üstümüzden
Sabır başını çaldı taşa

Akıp giden suların coşması için
Dağlarda karın erimesi gerek
Sürüp giden sürülerin dönmesi için
Otlakta tayın büyümesi gerek
Var git oğul var git
Haber sal bizden yana dostlara
Bugün kavga günüdür
Kirvenin – hısımın birleşmesi gerek

Düldül tepesi tepeden tırnağa
Harçik deresi bulaktan ırmağa
Bir kanlı destandır artık
Önce bir haberci vurulur pusuda
Düşleri yorgun ve derin uykuda
Sonra bombalar yağar Sin köyüne
Resik Hüseyin sonsuz uykuda
Yanar ana Bese’nin yüreği
Baba Rıza çalar öfkesini taştan taşa
Bir yanı yanar acıdan
Bir yanı çığlık çığlık isyanda

Toplanır aşiretler birer birer
Önce reisler konuşur sonra yiğitler
Kaç bin yıllık yanılgıdır bu
Ne sümbüller se verir ne nergisler
Ne kitaplar girer işin içine
Ne kalemler
Bir yanda şeyhler çeker başı
Bir yanda pirler
Hep aynıdır nedense sonuç
İhanetler ve bitmeyen yenilgiler

Tan ağarırken bir şafak öncesi
Sular aydınlanırken
Ve köprüler atılırken Munzur üstünden
Bir atlı suları yararak geçer
Bayrağı Dersim’in bağrına diker
Susar türkü söyleyen meşeler
Çamlar – çınarlar susar
Şehitler düşer dağlarda kar üstüne
Munzur’da balıklar yalnızca kan içer

Ne Şahan ağa kalır ne ozan Alişer
Düşer yiğitler birer birer
Alişer’e sarılmış kan içinde Zarife
Türküsünü dağlara – kırlara söyler
Ey Dersim’de yeşeren kanlı çiçekler
Bu topraklarda ne kavgalar biter
Ne de öldürülmekten insanlar biter

Kardeş kardeşi vurmaz mı derler
Düşmandan ödülü almaz mı derler
Kardeşi kardeşe vurduran düşman
Vuranı yolda vurdurmaz mı derler

Tam da yürekleri bürürken duman
Demenan dağlarında bir destan
Ağustosta buz gibi Munzur suyu
Karakış ortasında yemyeşil bostan
Candan geçer de geçmez dostluktan
Gel ey ateşin ve güneşin çocuğu
Gel de dostluğun yüreğine yaslan
Gel ki yankılansın sesimiz
Öleceksek birlikte ölelim
Yeter ki bir şanlı kavga verelim

Dağlar da düştü yiğitlerle birlikte
Dağlarda mağaralar içinde
Dumanla insanlar boğuldu Tujik’te
Artık ölmek yaşamaktır
Yaşamaksa ölmektir Dersim’de
Leş deresine dönüşür Laç deresi
Akar kanlı kanlı – karışır Munzur’a
Bir destan olur Fırat’ın bağrında
Akıp gider kendi sonsuzluk ülkesine
Geçer sınırları birer birer
Bir türkü tutturur dağlara karşı

Ben ki yanardım her sabah üstü
Hani sularımda güneş türküsü
Sularım kan akar köpüğüm kan
Hani sesimdeki ateş öyküsü

Adnan Yücel

Common phrases by theidioms.com